Edebiyat

Mustafa Ölmüş

02 Ekim 2008

Mustafa ölmüş. Zihnimin karanlık boşalmış derinliklerinde hatırladığım en eski hatıradır Mustafa. Komşumuzun dört çocuğundan en küçüğüydü. Benimse birkaç arkadaşım içinden en büyük dostum. Ne zaman evde bir sorun çıksa, babası ne zaman evi onun için kapısı açık bir zindana çevirse, koşar yanıma gelirdi. Anlatır, anlatırken ağlar bense onunla birlikte ağlardım, çocuk kalbimin el değmemiş saflığıyla.

Mustafa ölmüş. İlkokul yollarımın yoldaşı. İlk sırdaşım, kan kardeşim. Dersleri hep zayıftı vücudu gibi. Gözleri ufacık zihni bulanıktı. Ayakları uzun yol yürür, elleri ağır taşıyamazdı. Mustafa yollardan korkmaz ama yükü sevmezdi.

Mustafa ölmüş. Babası zindanın açık kapısını son kez göstermişti ona. Çocukluğunda olduğu gibi tekrar kapımdaydı. Bu sefer ağlamıyor; uzakları çok uzakları, kilometre olarak yakın ama Mustafa’nın ayakları için bile zor yerleri düşlüyordu. Taşı toprağı altın denen çamur yığınında hayallerin türbesine adak adıyordu. Yine gözleri ufacık zihni bulanıktı. Gitmeden önce ufka uzun uzun baktı “yaşamak için öldüreceğim” dedi. Öldürürsen ölmeyecek misin? Dedim. Duymadı. Ya da duydu da cevabı söylemek istemedi. Ben sustum o da konuşmadı. Çekti gitti.

Mustafa ölmüş. Yaşıyor muydu ki? Hayat onu kollarından zincirlemiş zaaflarından çivilemiş. Tutunabileceği tüm dalları kırmış, rengarenk rüyaların dünyasında bir pırıltıya muhtaç kalmış. Hapse düşmüş. Sebebi belli. Masum muymuş, yoksa suçlu mu? O suçluysa ben masum muydum? O masumsa bende mi masum olacaktım?

Mustafa ölmüş. Ne zaman çıkmıştı ki hapisten? Biz çıkabilmiş miydik ki bir kere olsun hücremizden. İçerde mi ölmüş dışarıda mı? Ne önemi var dışarıda da hapisteydi zaten. Doğduğu gün hüküm giymişti tam kırk yedi sene.

Mustafa ölmüş. Evlenmişti parmaklıkların ardından kurtulup dikenli tellerin içine düştüğünde. Geçmişi meçhul geleceği de bilinmeze yolculuktu. Çocukları olmuş; bir kız bir oğlan. Hükümlü sayısı artar, suçlar azalmazdı. Bunu bilir ve isyan etmez. Yalnızca bir rahat nefes isterdi, her gece yatmadan dua ettiğinde.

Mustafa ölmüş. Çocukları büyümüştü. Kızı aklını bulamadan kaybetmiş. Saadeti el yordamıyla aramış, bir hayırsıza denk gelmiş. Uzaklara gitmiş. Bari gözünü bağlamasaydı. Görseydi karanlığı seçmezdi herhalde. Mustafa üzülmüş ama isyan etmemiş. Zaten edecek dermanı da yokmuş.

Mustafa ölmüş. Karısı ondan önce terk etmiş dünyayı. Öldüğünde oğlu bile yokmuş yanında. O da el değmemiş günlerini meçhule satıp gitmiş. Mustafa yalnız kalmış ve korkarmış artık yalnızlıktan.

Mustafa ölmüş. Kırk yıllık dostum kırk birinci yılında beni bıraktı. Hüküm giydiren hayat onu kendi evinde idam etti. Tek kurşun yetmiş bütün ışıkları söndürmeye ya da yakmaya. Parmağı tetiği çekerken hiç konuşmamış sevdiği surete benzemeyen azraili. Mustafa da ölürken hiçbir şey söylememiş. “Neden” bile dememiş. Nedeni biliyormuş. Yalnızca son nefesini zor almış fakat rahat vermiş. Gözleri ufacık zihni başka alemlerde…

Mustafa ölmüş. Yaşıyor muydu ki? O ölmüşse hangimiz yaşıyoruz ki?…

You Might Also Like

No Comments

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: